Bir “bilme” biçiminin kapsamını, koşullarını ve olanakları araştıran ESTETİK için, insanın doğası ve evrenin yapısı ilgili her biri ön kabullere dayanan ayrı ayrı birçok tanım yapılabilir. Ancak olası tüm tanımlar için geçerli olabilecek bazı soruların varlığı da yadsınamaz. Bu sorular arasında belki en temel olanı, bu bilme biçimini neden anlamaya çalıştığımızdır.
Felsefenin insan türünün yeryüzündeki varoluşu ve yokoluşu ile ilgili arketipik korku/kaygılarını anlamaya ve bunlara çare bulmaya aracılık ettiği söylenebilir. Estetik’i ise felsefe içindeki yeri ve işlevi açısından ele almakta fayda vardır. Bu işlevin, Estetik bir İşlev olmadığının da altını çizmek gerekir. Farklı Estetik tanımları, kapsamları ve süreçleri içinde bir takım kültürel, sanatsal, politik veya psikolojik işlevlerin varlığını içerebilirler. Yukarıda belirtilen işlev ile, bir alan olarak Estetik’i kurmak ve araştırmak üzerine bir kavrama işaret edildiği hatırlanmalıdır.
Bu anlamda önemli başlıklardan bir tanesi, bu bilmenin tekrar edilebilirliğinin değil, gerçekleştiğinde tanınabilirliğinin sağlanmasıdır. Yani Estetik, araştırdığı bilme biçimine dair koşul ve ilkeleri tanımlamaya ve açıklamaya çalışırken, bir başkası tarafından tekrar edilebilmesinin olanağını yaratmaya çalışmamaktadır. Geçerli bir bilme hali olarak gerçekleştiğinde tanıyabilmenin olanaklarını araştırmaktadır.
Bu “tanıma” eylemi, “bilme”yi araştırmanın işlevi kadar önemli ve onunla ilişkili bir başka soruyu daha gündeme getirmektedir. Tanıyan ve bunu ifade edebilen insan dışında bir Estetik mümkün müdür? Zira Estetik araştırma, yukarıda da ifade edildiği gibi, geçerli bir “bilme” ve “ifadeyi” tanımayı olanaklı kılmanın yollarını aramaktadır. Bu olanak ortadan kalktığında bir Estetik sözkonusu olabilir mi?
Estetik araştırmanın işlevi ile “tanıma”nın olanaksızlığı sorununun ilişkisi bu noktada, akıllı varlıkların deneyim, eylem, söylem, üretimleri dışındaki alanlarda Estetik’i araştırmanın geçerliliğini tartışmaya açmaktadır.
Aslında sözü edilen durum, sadece Estetik’in araştırdığı geçerli bir bilmenin gerçekleşmesini ve onun dışsallaştırılmasını tanımayı aşan, bu gerçekleşmede insanın kendi varlığını, duyulur dünyanın sağladığı veriler ve akıl yürütmeyle ulaştığı bilgiler dışında bir deneyimde, tanımasıdır. Peki insan “kendini” nasıl tanır? Kendisi olduğu bilmesini sağlayacak veriyi nereden alır? Bu noktada felsefeye geri dönmek ve insanın doğası ve evrenin yapısı ilgili ön kabullere dayanan çerçevede cevapları aramaktan başka çare yoktur.
Bilim ve teknoloji sayesinde insanın tüm biyolojik ve psikolojik süreçleri, nörokimyasal ilişkilerle çözümlenmeye, hangi nöronların hangi tür veriyi sakladığına ve hangi koşullarda geri çağırdığına dair malumatımız hızla artıyor. Genetik yapımız, bilişsel süreçlerimiz, bu ikisine bağlı olarak tutumlarımızın, yatkınlıklarımızın haritaları ortaya çıkıyor. Bu koşullarda, Estetik’in araştırdığı “bilme”nin önemi giderek artıyor. İnsanın, niceliklerinin toplamından fazla (her ne kadar Antik Yunan’dan bu yana bilinse de ancak Gestalt Görsel Algı Kuramı ile kendine çağdaş bir kimlik edinmeyi başarabilen bir görüş olarak) bir bütün olduğunu bilmeye karşı duyduğu ihtiyaç, Estetik’in vaad ettikleri ile biraz olsun avunma fırsatı buluyor.
Kısacası, Estetik bilme ve tanıma, insan zihninin, varlığını kurarken atfettiği, tanımladığı niteliklerdir. Bu nitelikleri kendisinde araştırması da varoluşu ile ilgili sorularına cevap arama sürecidir. Bu nitelikleri ve araştırmayı, sınırları genişleterek sürdürmesi felsefi bir zorunluluk olabilir. Kendi beden ve zihnine atfettiği değerlerin sınırlarını da, doğa ile ilişkisi üzerinden genişletmesi anlaşılabilir. Böylece bir anlam veya zihin olarak varlığının yansımaları ile kendini aramayı, buldukça da haklılığının hazzı ile varoluşunu sürdürmeyi başaracaktır. Ancak bunun dışında, doğanın kendi ilişkileri içinde bir bilme ve tanıma olanağı araştırmak, doğaya insani nitelikleri atamak, kendi yansımaları ile kendi kendini aldatmaktan başka sonuç vermeyecektir.
0%